Yakılacak ve Çöpe Atılacak Sayfalar
Bu ilavede yazılanlar, bazılarını rahatsız edebilir. Onun
için okumadan direkt çöpe atabilirsiniz.
Bana göre, bu kitap
‘ilk’ ler ve ‘iyi’ler üzerine inşaa edilmiş, bir ‘pembe kitap’ gibi. Yaşan-
mış ve iz bırakmış kötü anılar, beynimizin ‘kara deliklerinde’ duruyor.
İçime ‘yara gibi işleyen’ unutamadığım bazı anekdotları
sizlerle paylaşmak istiyorum. Bunları sizlerle paylaşmasaydım, içim içimi
yerdi. Kusura bakmasınlar, ister kıskançlık desinler, ister ne derlerse
desinler, hepsinde de haklılar, ama aşağıdakiler, benim zamanımda yaşanmıştır.
-Bir gecede en alt seviyeden (Düz....) genel müdür
muavinliğine terfi edenler,
-Yapılan yolsuzluk dosyalarını (4 adet), ‘benim adamım’ “ Bu
da benim kamburum olsun.” diyerek saklayan, ört basan eden genel müdürler,
-Disiplin Kurulu Başkanı olarak, ‘ilk dosya onun,
tazminatını yakacaklar’ deyip Kurul’u altı ay boyunca toplamayan ve hakkında
dosya bulunan kişinin kurul toplantısından bir gün önce, dosyaya konulan şerh’e
rağmen- emekli olmasına göz yuman genel müdür muavinleri ve buna çanak tutan
personelciler,
-“Ulan, beni tanımadın mı? Niye ayağa kalkmadın” diyen ve
şirkete hiç yakışmayan ‘tombalacı’ genel müdürler,
- ‘Business Class’da yer yok, ben ekonomi uçmam’ deyip, 2
gece daha, en lüks otellerde ( 500 dolar/gün)
kalan, doğuştan ucuz otellerde kalamayacak kadar aristokrat (!) genel müdürler,
-Ortada fol-yumurta yok iken
yüzbinlerce doları bir şirkete avans olarak ödedip, ‘daha sonra bunu kiradan düşeriz.’ diyen ve yaptığı yanına kâr kalan, Fiat BIS
ile gelip Mercedes’e sahip olan genel
müdür muavinleri,
-Bağlı kuruluşlarda ne kadar yönetim kurulu üyeliği
varsa, kendilerini bu üyeliklere atayan genel müdürler ve muavinleri,
-Bir teneke peynire, bir miktar havyara-ançuveze ‘hatır’
satan üst düzey yöneticiler,
-Makam erk’i ve uzantısı ile bir yılda evlere, arabalara ve
lüks yaşama kavuşan grup başkanları ve Bölge’lerde görev yapan müdürler, yok
muydu?
-Şirkete giriş tarihimizden, emekli oluncaya kadar veya
ayrılış tarihine kadar veya bugüne kadar bütün işlerimiz düz mü gitti? Herşey
mükemmel miydi? Herkesi sevdik mi? Hiç bizi üzen olmadı mı? Arkadaşlarımız
kayrılmadı mı? Tayin ve terfilerde hep ‘adeletli’ mi davranıldı? O bakanın
gelini, o askerin kızı, o adamın adamı, her devrin adamı olanlar, bizlerden
farklı olmadılar mı? Babasının mevkii ile nedeniyle, şirkette iki günlük ‘taze’ iken, ‘özel’ müdür olanlar
yokmu idi? Kızak olarak kabul edilen İNGE’de iken, 2 yıl boyunca şirkete hiç
gelmeyip maaşını tıkır-tıkır alan, bu yetmezmiş gibi, bir de kızakta iken terfi
edenler olmadı mı? Yöneticiler bunlara yol verip, desteklemediler mi? Onlar bu
şirketin ‘sefasını’ sürmediler mi? Halâ da sürenler yok mu? Bunların bizlerden farkı neydi, şu an nedir ?
-Bir zamanların en hızlı komünisti çifti olan ( Şöyle derlerdi: “ Kemalizm, Atatürk neymiş?
Artık enternasyonalizm var. Senden solcu olmaz.” deyip
kendi İGD’likleriyle
övünürlerdi”) bir karı-koca’nın bir günde militarist olduğu ve bu sayede
şirkette makbul (!) hale gelmeleri ve terfi etmeleri gibi bir şey olmadı mı? “Yıllardır
demokrat-demokrasi terenelerini ağzından düşürmeyen kadının, erk sahibi olunca,
kendine bağlı bir üniteyi ve kıdemli-
onun da eski arkadaşı olmasına rağmen- personelini darmadağın etmedi mi? Terfi
eden kadın, terfi eden kocasının Ankara dışı “kebap-saltanat” toplantılarında sürekli boy
göstermedi mi? Terfi eden demokrat (!) kadın, alt kadrosundaki gencecik insanların onurlarıyla
oynamadı mı, onları aşağılamadı mı? Aynı kadın (lar), neye hizmet, ancak
kendileri bilir, Lokali ve İstanbul Satınalma’nın kapatılması için ellerinden
geleni yapmadılar mı? Eğer başarılı
olsalardı, bugün ne Lokal ne de İstanbul İrtibat vardı. Bunlar yaşanmadı mı?
Şimdi bunları unutacakmıyız?
-“Evet, dışa açılmakta geç kaldık. Çok muhafazakâr
davrandık.” diyerek günah çıkaran genel müdürler olmadı mı?
-Bu şirkete kırktan fazla akraba, hemşerisini sokan olmadı
mı?
-Kleptoman, binbir ünite değiştiren, kadınlar tuvaletine
girip-çıkan, sabah ve akşamın tenha
saatlerinde odaları dolaşıp, sağı solu karıştıran ve bunları yaparken kamera
kayıtlarına giren ahlâksız- ruhi dengesi bozuk, gittiği her yerde anormal
davranışları ile dikkat çeken kişi, mevki sahibi olmadı mı? Bunlar yalan mı?
“Ev aldım, taksitlerim var, beni yurtdışına gönderin”
diyenler ve bunlara okey vererek “işin cılkını çıkaran” grup başkanları olmadı
mı?
Taze bir jeolog iken, kuyuda barakaya giren bir abisi için
ayağa kalkmadı diye yıllarca o abinin gazabına uğrayanlar olmadı mı?
Daha fazla seyahât ile daha fazla dolar kazanayım diye, “
ülke değerlendirme” raporlarını uzattıkça uzatan arkadaşlarımız yok muydu? Hâlen yok mu?
Bir ekip bile yönetmemiş, para-pul yönetimi yapmamış, o ülke senin, bu ülke benim diye gezen ve bir tane rapor hazırlamamış kişiler,
sadece dil biliyor diye genel müdür olarak atanıp, o şirketin “prematüre”
doğup, “spastik” olarak yaşamasına neden
olanlar, hiç mi olmadı?
Her türlü
ev-tüketim-arsa alım satım kooperatifleri kurup, bizleri o kanallar ile
yıllarca dolandıranlar olmadı mı? Bu çok kurnazlar (!), üst yönetime hep-daim
yakın durmuyorlar mıydı? Peko
şeçimlerini kaybettiklerinde, bizler kominist (!), onlar “milliyetçi” olmadılar
mı? Hırsızların, dolandırıcıların birer “ milliyetçi (!)” olarak kolayca terfi
ettikleri, komünist (!) ve Kürt
olanların ise yıllarca terfi edemedikleri olmadı mı? Bunlar yaşanmadı mı,
yaşanmıyor mu, ileride de yaşanmayacak mı?
Aramızda “Kominist Avcısı”(!) arkadaşımız yok muydu? Her üst yönetim değiştiğinde şirketteki
koministleri birer liste yaparak veren ‘aramacı’ arkadaşımız olmadı mı? Hâlâ
yok mu? Bu komünist’leri (!) nasıl tesbit ediyorlardı, hala merâkımdadır.
Herhalde Aziz Nesin’in “ Komünistleri Tanıyan Köpek” adlı öyküsünü defalarca
okuyarak ondan feyz alarak yapıyorlardı.
TPIC Mısır Branch Ofisin kapatılma gerekçesi olarak bizzat
bana “ Gelen-gidenden sıkılmıştık. Her geleni havaalanından al, işi-güçü bırak
onu-onları sahaya getir, gezdir, yedir-içir, gönder ” den bıkmıştık derken birileri bana, yalan mı söylüyordu?
Libya’da petrol keşfi yapılınca (2010): “ Eyvah. Şimdi de
Libya işi ortaya çıktı. Artık
gelenin-gidenin, yemenin-içmenin hesabı
olmaz. Yandık.” diyenler başka şirkette mi çalışıyorlar?
“Bana yeni keşif getirmeyin, geliştirecek- biraz da haklı
olarak- elemanım yok.” cümlesini bir
kere değil, müteaddit defalar söyleyen, ilgili
grup başkanları olmadı mı?
Kişilere özel, grup başkanlıkları kurulup, kısa bir süre
sonra lağv edilmedi mi? Bu tür yap-boz’ların hesabı soruldu mu?
Yaptığı çookk özel
anlaşmalarla Irak’tan aldığı petrolü, TPAO’nun Dörtyol dolum tesislerine ve
tanklarına özel amaçları için depolayan “Allah’tan ve Kul Hakkın’dan korkar!”
eski genel müdürler olmadı mı. Bu milyon dolarlık göz yummaya izin veren Genel Müdürler başka şirketin genel müdürleri miydi? Bunları
yaparken namus ve şeref için mi yapmışlardı?
Yukarıda yazılanları sadece aysbergin üst kısmı olarak
görürsek ( altı kimbilir nasıldır?), buna bağlı olarak, kısacası bizim de diğer
devlet kurumlarından pek farkımız olmadığını söyleyebiliriz.
Devletin bize bakışı “Sana Emanet Ediyorum”
Bir Bakanlığın müsteşarı amansız hastalığa yakalanmış,
hastahanede son günlerini saymaktadır. Başbakan Süleyman Demirel, ziyaretine
gider. Demirel hasta ziyaretinden ayrılırken “ Bir arzun var mı?” diye sorar.
Hasta ona şöyle der: “ Kardeşimi sana emanet ediyorum.”
Emanet edilen kardeş, ABD’de tahsil görmektedir. Burslu
okuduğu ABD’den TPAO’ya döner. Amerikan tarzı, yelekli takım elbisesi ve Texas
ayakkabıları ile iş başı yapan emanet kardeş, gelir gelmez mevki ve makam
peşinde olduğunu hemen belli ettirir. Grup ne yapacağını bilememektedir. Emanet
kardeş, illaki makamlı bir yer istemekte, Ankara’da olmaz ise Batman’da bir
makam istemektedir. Bütün kurallar, örf,
adet , gelenek, töre bir yana, onun isteği bir yanadır. Sonunda istediği olur,
Batman Bölge Müdürlüğü’ne- kısa bir süre için- Muavin olarak atanır, kısa bir
süre sonra da Bölge Müdürü olur.
Daha sonra aynı Emanet Kardeş, yine Demirel hükümeti
zamanında, ülkenin en büyük ve köklü bir müessesinin başına getirilir ve orada
7 yıl kalır. 7 yıl sonunda o müessese çok şey kaybetmiştir. Mesela bir kimya
teknisyeni torpil yaparak, onun sayesinde kimya mühendislerinin önüne geçerek Laboratuar
Şefi olmuştur ve bir teknisyen olarak kimya mühendislerini, yönetmiş, akıl
vermiş ve yönlendirmiştir !.
Daha sonra aynı emanet kardeş TPAO’ya genel müdür olmuştur. Onun
TPAO yaptıklarını, bizzat sizler-bizler yaşadık.
Bir Duayene Mektup
Sevgili Ve Muhterem Büyüğüm, Sayın Süleyman Demirel,
Sizler 1950’lerden itibaren devlet yönetiminde idiniz. Sizin
devlet düzenini çok iyi bildiğiniz söylenir. Hep merâkımdadır; niye bize hep
çok yaşlı Yönetim Kurulu üyeleri atadınız? Böyle davranmanızın sebebi bizim
yaptığımız işi hafif görmenizden mi kaynaklandı?
Zıp-zıp atama talepleri için acaba şöyle diyemezmiydiniz ?
a-“ Evladım. Tamam sen bana emanetsin, ama devlette öyle
pırt diye yükselme olmaz. Sen git şimdi, çalış. Adet olan düzeni, nizamı, senin
yüzünden, bozmayalım. Zamanı gelince seni değerlendiririm.”
b-“Sevgili Müdürüm. Tamam,
uzun bir bekleme ve hasretten sonra, hükümet olduk. Olduk ama, devlet
işinde öyle hatır-gönül işi olmaz. İş layık’ına verilir, yoksa sistem çöker.
Sistem çökünce de, bir süre sonra şirket çöker, devlet çöker. Senin kardeşini
de, genel müdür muavini yapmayalım da, kendi ünitesinde bir-iki kademe
yükseltelim, ondan öyle faydalanalım” diyemez miydiniz?
Başka bir konuda, bir cemiyeti-derneği-odayı temsilen bir görüşme
yapmak üzere giden başkan arkadaşımıza şöyle yakınır; “
Petrolün-işin-ticaretin, komünisti falan olmaz. Sizin genel müdürünüze ne kadar
“ Şuraya bir gidin, insanlarla bir görüşün, belki bir işbirliği
çıkabilir.” desem de bir türlü ikna edemedim. Bu genel müdür bir
koministen (!) , daha beter bir kominist (!), ne kadar yeniliğe kapalı, ne
kadar tutucu bir adam. Ne kadar Amerikancı bir zihniyete sahip.”
Devlet
Bakanı Mehmet Keçeciler
TPAO, “ Altın Çağını” günlük 80.000 üretim rekoru ile devlet
bakanlığına bağlı iken yaşamıştı. Devlet bakanı TPAO’yu sıkı sıkı takip
eder, TPAO’nun iç dinamiklerini rahat
bırakır ve onlara güvenirdi.
“ Ben bakan değil miyim? Sen bana bağlı değil misin? Sana
emrediyorum. Orada bir kuyu açacaksınız. Madem her açtığınız kuyudan petrol
çıkmıyor. Bir de benim hatırıma bir boş kuyu açsanız ne olur? Yörenin
siyasetçileri beni yedi bitirdi, bir kuyu açın diye.” Bu sözler, ETK Bakanının, TPAO Arama Grup
Başkanına söylediği sözlerdir. Arama Grup Başkanı “ Efendim, petrol aramacılığında bir günde
petrol kuyusu açalım kararı verilemez. Ben talimatınızı anladım. Hemen oraya
jeolog arkadaşlarımı saha çalışmaları
için göndereceğim. Akabinde en kısa süre içinde sismik çalışma proğramı yapıp,
sismik değerlendirmeyi yaptıktan sonra
burada en kısa zamanda bir kuyu açacağız.” demesi üzerine yukarıdaki
sözleri sarfetmiştir. Ancak bakan ikna
olmamış, aldığı cevaptan rahatsız olmuştur. Sayın bakan şunu bilmeliydi ki, bu
fakir ülkede ( zengin de olsa farketmez) “Hatır’a binaen 2 milyon dolar
harcanarak boş kuyu açılmaz.”
Burada iki önemli nokta göz önünde bulundurulmalıdır; 1-
Yerel siyasetçinin petrol gibi bilmediği bir konuda gereksiz ısrarı ve bakanın
da “uzmanın işini uzmana bırakalım”
dememesi, 2- Hesabı-kitabı yapılmadan Bakan’ın 2 milyon dolar gibi bir parayı
ağzından çıkan tek kelimeyle
harcattırıyor olması ve son derece teknik ve önemli bir şirketin, basit bir
kasaba politikacısına ezdirilmesi.
Başarıyı hepimiz istemiyor muyuz? Öyle ise; politikacı
TPAO’yu niye rahat bırakmıyor? Niye herşeyine müdahale ediyor, yöneticilerini ürkek yapıyor, liyâkat, kıdem ve tecrübe
esasına bakmazsızın yönetim ve alt kadro atamalarını yapıyor?
Türkiye’nin güzide ve
en stratejik öneme haiz kuruluşu olan TPAO kendisine verilen son derece
teknik ve zor görevlerin üstesinden
rahatlıkla gelebilecek güçte ve tarihsel yapıdadır. Yeter ki onu rahat
bıraksınlar, kendi yağında kavrulsun.
Bu ülkenin petrol varlığını ulusal kuruluş TPAO ispat
edecektir.
Şirkette çalışıyorsunuz. Erdemli bir kişilik ile görevinizi
yapıyorsunuz, hem de iyi yapıyorsunuz ve aldığınız parayı hak ediyorsunuz.
Yıllar geçiyor, doğal olarak terfi etmek, ve o güne yaptığınız işlerin
sorumluluğunu almak istiyorsunuz. Eğer başınızda dirayetli bir amir varsa,
sorun yok.
Diğer taraftan siz günlerinizi mesainize adamış olarak
geçirirken, bazıları, sizin adanmış mesai saatlerinizde, o torpil peşinde
koşuyor olacaktır. Torpil “ Sen adam
gibi adam olsan, adam gibi çalışsan, bana torpil için gelmezdin. Karşımda böyle
yalaka yalaka, mahçup çocuk tavrı ile gelip burada ağlamazdın. Eğer sen iyi ve
yeterli bir adam olsaydın, şirketin seni takdir eder, ona göre terfi ettirirdi”
diyeceğine, kulislere başlar.
Torpiliniz yoksa, kaderinize küsmeniz gerekir. O zaman sizin
yapacağınız iş, başkalarını karalayarak, başkalarının yaptıklarını eleştirerek,
en yakın amirden, en üst düzey amire kadar olan yöneticilere hoş görünmeniz,
onlara yalakalık yapmanız gerekecektir. Hediye ve başka şeyler ile de karşı
tarafı “gebe” bırakabilirsiniz.
Hep böyle mi oluyor? Hayır, dirayetli ve onurlu yöneticiler
var elbette, ama, bilhassa son yıllarda, sayıları çok az. Ne dersek diyelim,
şirketimiz bu konuda, diğer devlet kurumları ile karşılaştırıldığında, yine de
ciddiyetini biraz da olsun koruyor.
“Şirketine bu kadar sahip çıkan insanları, daha önce hiç
görmemiştim. Her biri, şirket sanki kendi şirketiymiş gibi davranıyor” Bu veya buna yakın bir cümleyi dışarıdan
atanarak gelmiş bir genel müdürümüz söylemiş. Bunu ne oldu da söyledi, bilmiyorum. Ancak
haksız sayılmaz.
Buna örnek olarak kendimi gösterebilirim. Ben uzun zamandır
TPAO şövenizmi ile yanan birisiyim. Belki kişiliğim gereği bu biraz abartılı da
olabilir. TPAO’ya en ufak bir zarar gelsin istemem, onunla gurur duyarım, baştan aşagıya, bütün
yönleri ile mükemmel olsun isterim. Şunu söyleyebilirim; duvarlara asılan ilan
ve duyuruların gelişigüzel bantlanması, herhangi bir yerdeki pislik,
dağınıklık, bazı çalışanların avami kılık kıyafetleri, tipsizlerin tipleri ve
alışılagelen TPAO standartının altında olan her şey beni rahatsız ederdi. İsterdim
ki; TPAO’da çalışanların tümü çağdaş, giyimini-kuşamını bilen, ülke
standartının üstünde nezih, aydın, yakışıklı erkeklerden ve güzel kadın ve kızlardan oluşsun. Şirkete
girdiğim ilk zamanlarda şirket böyleydi. Yeni personel girdikçe, personel
sayısı arttıkça doğaldır ki; ülke gidişatına paralel olarak, TPAO’nın temiz olan
denizinde çöpler çoğaldı ve kirlilik başladı. Siyasi bir militan olarak
tanınan bir yönetici,( ki; sahada çalışmamış, bağlı olduğu partiye hizmet için
devamlı kulis-siyaset yaparak yıllarını geçirmişti ) toplu personel
alımında, çoğunluğu kendi tandansına
uygun kişileri işe almıştı. Şirket yeni bir yapılanmaya girince, bu işe
alınanlar diğer gruplara
dağıtılmışlardı.
Müdafaa Caddesindeki
binamızın 10.katı yemekhane idi. Yemek zamanı, yemek kuyruğu oluşurdu.
Alışageldiğimiz bu yemek kuyruğunda birden kılık-kıyafet ve tavırları ile
değişik tipler peydahlandı. Bunlar kar yığını içindeki kömür karası gibi çok
açıkça kendilerini belli ediyorlardı. Onlar bu dağıtılan yerden, sağa-sola
dağıtılanlardı.( Şimdi bana kızacaklar, insanlar arasında ayırım yapıyor,
diyecekler. Onlar bu ülkenin çocuğu değil mi? diyecekler.) “İnsanlar arasında
ayırım yapılmaz, herkes eşittir, hata etmişsin, insanları aşağılıyorsun”
diyenlere şunu hatırlatıyorum. Temmuz-2010 ayındayız. Açın herhangi bir
gazeteyi, manşetlere bakın; ‘insanlar arasında ayırım yapılmayan, herkesin eşit olduğu, insanların aşağılanmadığı’ bu
ülkede kim kimi öldürmüş, niye öldürmüş, kim niye yalan söylemiş, kim kimi
beğenmiyormuş’ larla ilgili tonlarca haber görürsünüz. Bu haberler şunu
vurguluyor: ‘bu ülkede herkes aynı
düzeyde değildir ve eşit te değildir.Ve bu ülke benim yaşamım boyunca
(1951-.2010) hiç bir zaman vatandaşına karşı “eşit” olmamıştır. Onun için
içinizden ettiğiniz küfürün bir anlamı yok. Böyle düşünen var ise, o da kendi
sahip olduğu aşağılık kompleksinden kaynaklanıyor demektir. Şirkette ilk
“sulanma ve krat’tan değer kaybı” işte o zaman başladı.
“Kendi şirketiymiş gibi davranıyorlar.” Evet doğrudur. Bir fotokopi memuru, sevmediği bir kişinin veya grubun
fotokopisini, kendi şirketiymiş gibi davranarak, çekmeyebilir. Bir grup bir
diğer grubun yazısına, işine gelmiyorsa, kendi şirketiymiş gibi davranarak,
cevap vermeyebilir. Bir yetkili, kendi şirketiymiş gibi davranarak, bu adamı
bizim koridorda-katta görmek istemiyorum, diyebilir. Bir grup, diğer grubun projesine,
kendi şirketiymiş gibi davranarak, köstek olabilir. Bir yetkili, kendi
şirketiymiş gibi davranarak, “Şu gruptan şöyle, şöyle bir şey gelirse, sakın
yapmayın” diyebilir. Yönetici, kendi şirketiymiş gibi davranarak, sevdiği
hırsız-arsız-dolandırıcı-kleptoman olan kişilerin ceza almasına engel olabilir.
Sadece kıdemli olduğundan ötürü yönetici olmuş, teknik
kapasitesi-bilgisi-geçmişi tartışılır bir yerbilimci, kendi şirketiymiş gibi
davranarak, belki de çok kârlı
olabilecek bir projeyi, çeşitli özel
nedenlerinden ötürü ( kıskançlık vb. gibi sebeplerden ötürü), baştan kabul
etmeyebilir. Eski ancak, hem beynini hem de mesleğini güncelleştirmemiş
yerbilimci abi-yönetici, kendisinden daha cevval-bilgili-çağdaş yerbilimcinin
bütün projelerini, kıskançlığından ötürü, kendi şirketiymiş gibi davranarak,
hiç bir zaman kabul etmeyebilir. Verdiği 10 kuyu da boş çıkan kişi, daha sonra
yöneticilerce, kendi şirketleriymiş gibi
davranarak, terfi ettirebilir, yönetici yapılabilir.
Kim kimden hesap soracaktır.
Bu gibi örnekleri çoğaltmak mümkün. Devlette kimse kimseden hesap
sormadığı için, “bu yapılanlar, yapanın yanına kâr kalır”, ancak devlet ve
şirket zarar görür ki; bu kimin umrunda olacaktır? Herhalde Yunanlıların
umurunda olacaktır. Onlar devleti, bir
zamanlar benim gördüğüm gibi, bitmez tükenmez bir umman olarak görürler ve kötü zihniyet sahibinde “bir şey olmaz,
yapanın yanına kâr kalır” düşüncesi ağır basar. Özel sektörde ise – ki şimdi
anlıyorum ve net görüyorum- bu ve bu tür işlerin esamesi bile görülmez, konu
dahi olmaz. Özel sektörde ehil olmayan kişiler çalışamaz.
1998 veya 1999 yılında tesadüfen tanıştığım ve ODTÜ’de
okuyan Tayland’lı bir talebe, Tayland Kraliyet Ailesi hakkında konuşulurken
şöyle bir cümle sarfetmişti: “ Görevi suistimal veya devlet olanaklarını özel
yaşamına aktarma söz konusu ise, bizim 1 kralımız var. Tüm akrabası (Kraliyet
Ailesi)13-14 kişi civarında. Ama sizde
(Türkiye’de) her bakan, her genel müdür bir kral gibi davranır, devletin olanaklarını
istediği şekilde, istediği yerde, istediği kişiye kullanabilir. Kimse de hesap
sormaz.” deyip, bizim ona karşı kinayeli
sohbetimizde “ağzımızı kapatmıştı.”
Yukarıda yazılanlar sadece TPAO’ya ait olan özellikler
değildir, ülkemizdeki kamu kurumlarının tümüne yakınının daha da kötü bir halde
olduğu yazılmakta, çizilmektedir. Ancak TPAO diğerlerine benzemez, vefalıdır,
çalışanını kollar. Onları ıvır-zıvır şeylerle üzmez. Kırtasiye ve diğer
imkânlarda geniştir. Harcırah ve konaklama konularında 1. sınıf hizmet almamızı
sağlar. Bazı kalemlerde “paraya acımaz”. Olması gereken de budur. Ama
çalışlanla-çalışmayanı da ayırmaz, hepsini bir kefeye koyar. TPAO bir petrol
şirketidir. Dünyanın en fakir ülkesinin petrol şirketi bile, harcamalarında, ülkenin
diğer kurumlarından TPAO gibi, farklıdır.
Bir kerre ismi güzeldir: “ Türkiye Petrolleri Anonim
Ortaklığı”. Yaptığı iş çok stratejiktir, ülkenin göz bebeğidir. Her ne kadar ‘personel
sayısı fazla’ diye söylense bile, devletin bir asli görevi de “ vatandaşına iş
bulmak değil midir?. Onlara yaşam garantisi vermek deği midir?” Öyle ise, kimse bize kızamaz. 20 yıldır boş
oturan bir yerbilimci varsa, bu onun kabahati midir? Yoksa onu bir kenara atan
yönetimin kabahati midir?
Prof. Dr. Yücel Yılmaz’ın seneler önce söylemiş olduğu bir
cümleyi hatırlamakta fayda var:
“ TPAO bir okuldur. Yıkılırsa ( siyasetin son derece etkili
olmasına atıfta bulunarak) bir daha onun gibisi kurulamaz.” Jeoloji, jeofizik, petrol mühendisliği başta
olmak üzere TPAO, bu mesleklerin bir “mürşit”i (yol gösteren) gibidir. Yerbilimcilere
ve petrolcülere, petrol aramacılığı, sondajı ve üretimi konusunda staj-proje imkânı sağlar, üniversitelere proje verir, vb.
bir çok pozitif oluşumlara imza atar.
Şirketimizin teknik insanlar tarafından yöneltilmesi ve bu teknik adamların da sosyal boyutta zayıf
olmaları nedeniyle, şirketimiz, benim gözlemim ile 1999 yılından bu yana,
sosyal ve beşeri boyutta, eski ile karşılaştırıldığında oldukça zayıflamış
görülmektedir. İnsanların birbirleriyle kaynaşması amacı ile arada bir yapılan, “Hamam Toplantıları” ( ki: benim tabirim
değil, TPAO’luların tabiri.) dışında ortada bir şey var mı? Şöyle diyorlar: “
Aynı düşüncenin adamları, ailece bir araya geliyorlar, ailece kendi kendilerini
eğlendiriyorlar. Ben artık bu toplantılara katılmıyorum.”
Emekliler dert yanıyor ve soruyor: “Hani nerede 10 Aralık
kutlamaları? Hani her emekliye
gönderilen bültenler? Hani yeni yeni organizasyonlar? Kaplıcalara yılda ne
kadar para ödeniyor ise o paranın yarısı ile 10 Aralık kutlamalarında
emeklilere bir çay ve kuru pasta ikram edilemez mi?”
Orson Wells ne demiş “ I know, how’s to be young. But you
don’t know how is to be old”
Türkçesi; “Ben gençliğin ( gençlik; burada halen çalışan
anlamında kullanılmaktadır) ne olduğunu biliyorum, ama sen yaşlılık nedir ( burada
yaşlılık emeklilik için kullanılmıştır) bilemezsin.”
Eh!. “Keser döner, sap döner bir gün gelir, devran döner.”
Atalarımız ne güzel söylemişler
“Efendim, Bakanlık ve Hükümet yasakladı. Tasarruf tedbirleri
var. Na’palım?” Emeklilerin 10 Aralık
kutlamalarına katılmalarının maliyeti taş çatlasa 3-4 bin ytl civarında olur.
Bu para bulunamaz mı? İstense 10 katı bulunur. Başka fasıllara, nasıl
bulunduysa öyle bulunur. En azından TPIC kanalıyla bulunur. TPIC, petrol
sektörü ile hiç alâkası ollmayan bazı magazin dergilerine bile ilanlar
vermektedir. Ben emeklilerin tercümanıyım, TPAO yönetiminin, bu konuda hiç bir gayret
göstermediğini söyleyen emekliler, yönetimi çok eleştirmektedirler (2010), haberiniz
olsun. “Bu çeşme ne güzel çeşme, su içecek tası yok, Kırma insan kalbini
yapacak ustası yok.”
“TPAO, Askeriye gibidir( bence gibiydi). Nasıl askeriyede
terfiler belli bir disiplin içinde yapılır, TPAO’da da öyledir (öyleydi).
Bir üsteğmeni, “ bu benim hısımım, bizim gruptan, bizim
partiden, benim sevdiğim adam”,
mentalitesi ile bir gecede General yapabilir miyiz? General yapsak bile ast
kadro, bunu nasıl kabullenir? Hem o general ile savaşa gitsek, savaşı
kazanabilir miyiz?” Bu sözler yaşlı bir
büyüğümüze ait.
Yapay ve Mecburi Alçakgönüllülük’ten...
Grup Başkanlığına, Genel Müdür Muavinliğine veya Genel
Müdürlüğe terfi edildikten sonra, tebrik ve kutlamaların devam ettiği ilk 3 ay
boyunca: “ Arkadaşlar, hepinize teşekkür ederim. Hasbelkâder ( yani
torpilsiz) bu göreve geldik. ( Bu yalanı niye söylerler, bilemiyorum? Ama kimse
inanmaz. Halbuki olayın perde arkasında ne kadar telefon görüşmesi, ne kadar araya
adam sokmalar, ne kadar hatır-eğilme –bükülme olayı vardır, herkezce bilinir.) Hep beraber çalışacağız.
Sizin fikir ve düşünceleriniz benim için çok değerlidir. Biz bu görevi hep
beraber, elbirliği ile götüreceğiz. Her zaman fikirlerinize ihtiyacım olacak, beklerim,
her zaman kapım sizlere açık. Bana özel-tüzel her türlü sorununuzda, hatta
sohbet için dahi gelebilirsiniz.” Bu
sözler haketmeden, ‘torpil’ diye önündekileri aşarak, haketmediği makama gelmiş
kişilere ait olabilir. Bu sözlerin altında şu yatabilir: “ Bildiğiniz gibi, ben
bu makama geldim.Bir çoğunuzdan hem mesleki, hem idari açıdan zayıfım. Sizinle
herşeyi paylaşarak, bu işi götüreceğim. Onun için ben her ne kadar makam-mevki
sahibi olduysam da, işte gördüğünüz gibi sizin seviyenizde olacağım ve öyle
kalacağım( güya alçak gönüllü davranıyor.).
.... Ve Bir “ Vay be Ben Neymişim de Haberim Yokmuş”a..
Grup Başkanlığına, Genel Müdür Muavinliğine veya Genel
Müdürlüğe terfi edildikten sonra, tebrik ve kutlamalar bittikten sonraki 4.
veya 5. ayda aynı kişi “ Yok de, toplantıda olduğumu söyle.” “ Bana akıl mı veriyorsun?”
“ Bu da zırt-pırt geliyor, sanki benim başka bir işim yok.”“Bu yanlış, benim
dediğim olacak.” “ (Dalkavuklar sayesinde) Vay be ben neymişim?” “Ben bilirim, ben ederim...... ) vb.gibi. Bu
tipler 6. aydan itibaren, yalakalar ve
omurgasızlar sayesinde, öyle bir havaya girerler ki, sanki onlardan önce bu
makamda kimse yokmuş ta, sanki o gelene kadar hiç bir şey yapılmamış ta, herşey
o geldikten sonra yapılmış gibi davranırlar. Ömür boyu o makamda kalacaklarını
sanırlar.
Arkadaşlarınızı çok seviyorsunuz değil mi? Onlara
güveniyorsunuz, onlar sizin dostunuz değil mi? Tamam şu an öyle düşünüyorsunuz,
kabûl. Başarılı bir iş yaparak, göz önüne çıkın. Hele bir terfi edin de, o
zaman görün bakalım; kim gerçek arkadaşmış, kim değilmiş? Bilhassa, çok kalabalık ve önde gelen gelen bir teknik
grup içinde böyle bir şey olsun, mazallah, günlerce dedikodunuz yapılır. Bu gruptaki
birbirini çekememezlik o kadar büyüktür ki; kimse kimseyi beğenmez. Kime,
birisini sorsanız, dudak büker, “yaramaz adam” der. Birisine, kimi sorsanız o da onun için “yaramaz adam” der.
Bu ne yazık ki böyle ve ileride düzelecek gibi de görünmüyor. Bu grupta ne
kadar teknik kapasitesiniz yüksek olursa olsun, ne kadar iyi yorumcu olursanız
olun, başka ne tür üstün özellikleriniz olursa olsun, hâl ve durumunuz,
yönetici abinizin bir lafına bakar. Genel anlamda yöneticiler, kendinden daha
cevval ve işi daha iyi bilen alt kademeyi sevmez. Onlardan rahatsız olurlar.
Onlara göre; en iyi yönetici sadece
mevcut durumu kollamasını bilen, yeni projelere kapalı
(açık olsa Yönetim ile
birinde olmasa bile, diğerinde ters
düşebilir), ‘yap’ deyince yapan yöneticilerdir.
Dr. Ahmet Fidan,
29 Nisan, Satır Başı köşesinde şöyle ifade ediyor:
İş dünyasında dikey olarak ilerlemek için öncelikler.
1. Hazımlı olacaksınız.
2. Yanlışları görmeyeceksiniz, gördüğünüzde kolay kolay
bunları dile getirmeyeceksiniz. Getirseniz bile en uygun zamanda ve
üstünüzü daha iyi bir noktaya taşımak için bu öneriyi getirdiğininizi
söyleyeceksiniz. Yani sizin önerinizle üstünüz ya prim yapmalı, ya da terfi
etmeli.
3. Personelin tembelliği veya vurdumduymazlığına karşı
olabildiğince yapıcı olmalısınız. Zira her bir personelle geçimsizliğiniz veya
onları çalışmaya zorlamanız sizin o kadar uyumsuz ve sorun çıkaran kişi olarak
sizi tescilleyecektir.
4. Üstünüzü her gün görmeye, günaydın ve iyi akşamlar
dileğini eksiksiz olarak söylemeye gayret etmelisiniz.
5. Masanızın üstünün bomboş görülmemesi zorunludur. Boş masa
üstü, işin bitip düzene konulduğu değil zamanınızın boş olduğunu gösterir.
6. En hayati konu da, üstünüzü onun da üstleri veya
arkadaşları, misafirleri eşi ve yakınları yanında yağcılık şeklinde anlaşılmayacak
derecede çok Hafif ama etkili ve akılcı cümleler kurmanızdır. Üstünüzün üstünün
yanında onu çok başarılı olarak takdim etmeniz ve ekip olduğunuzu
hissettirmeniz sizin kariyet patikalarınızda sonraki terfi kademelerinizde de
son derece kolaylıklar sağlayacaktır.
7. Öğle arası veya yemek aralarında yemeklerde elinizden
geldiğince yemekte üstünüzle aynı anda çıkmaya çalışmalısınız. Bu sürekli göze
görünmenin derecesi iyi ayarlanmalı, çünkü sürekli göze görünürseniz yine bu
adamın işi gücü yok izlenimi verir. Ancak genel ilke her zaman aynıdır. Gözden
uzak olan gönülden de uzak olur.
8. Her hafta sonu olmasa da ayda bir veya iki kez bir hafta
sonunu üstünüzle geçirmek için gayret sarfetmelisiniz.
9. Mesai dışındaki zamanlarınızı üstünüzle ve iş konusunda bazı
sorunlara çözüm bulmak için harcamakta cömert ve sabırlı olmalısınız.
10. Kendinizi her zaman önemseyin ama öneminiz uyumsuzluk ve
ukalalık olarak görülmemeli.
EN ÖNEMLİSİ DE ÜSTÜNÜZ SİZİ TEHDİT OLARAK
GÖRMEMELİDİR.
Nokta...nokta...
-İlk kurulduğumuzda personel sayısının az oluşu, bize özel
ücret skalası uygulanışı ile ücret yönünden en güzel günler 1955-1972 arası, en
kötü günlerin ise 1978-1981 arası olduğu gözüküyor. Daha sonra 1987 yılında
ülke genelinde yapılan yüksek zam bizleri 2000 li yıllara kadar götürüyor. Şu
an ise(2010) eskiler için fena değil, yeni girenler için ise bir cazibe yok,
normal.
-Tesis olarak sektöre en büyük katkı İhsan Topaloğlu
zamanında oluyor.
-İlk dışarıdan atama Korkut Özal ile oluyor. Petrol
fiyatlarının çok düşük olması ( varili 1 dolar ) nedeniyle, Genel Müdür’ün İTÜ’ye bir yazı
yazdığı veya yazı yazmaya niyetli olduğu anlatılıyor. Bu yazıda “ bu şartlar altında petrol mühendisliği
bölümünün kapatılmasının daha iyi olacağını” tavsiyesinin yer aldığı
söyleniyor.
-İlk kadroda yer alan büyüklerimizden ikisi, “ ben
siyasetçinin bu kadar basit isteklerini yapmam, gelin kendiniz yapın” diyerek
istifa ediyorlar.
-En fazla keşif 1985-1989 arası yapılıyor. 10 da 7 oranında,
hem de şariyaj hattında.
-Bir ara 27 ay süre ile hiç bir terfi olmuyor. Bu durum,
daha sonra, insanları, hazırlıklıksız ve
apansız mağdur ediyor.
-Altın Çağımızı (bana göre) Devlet Bakanı Mehmet Keçeciler
zamanında yaşıyoruz.
-İlk şaşırtıcı ve hayret verici terfiler 1991 yılında oluyor
ve sonra önü alınamıyor.
Son Söz
Bu derlemenin yayıma hazır hale gelmesi 8 yıl sürmüştür. Bu
derlemede tamamen tek başıma kaldım. Bir kaç daktilo sayfası ile bana yardımcı
olan Merty çalışanı Figen Kuzuncanlı hanımefendi dışında, hiç bir kimsenin
yardımını görmedim. A4 sayfası ile 1
satır aralığı ile 180 sayfa kitabı belki 10 kere tekrar, tekrar okudum. Buna
rağmen, kaçırdığım imlâ kuralları ve yanlışlık-eksiklik yüzünden kusura bakılmasın.
Bu kitap az sayıda basıma girmiştir. Eğer tükenir, talep
olur da ikinci basıma gidilirse, bu kitabın hatalarını, eksiklerini ve/veya
sizin de 2.basımda yer almasını istediğiniz kendinizin, babanızın, her kim
TPAO’lu ise onun fotoğraflarını veya anılarını bana gönderebilirsiniz.
Bölgelerde çalışanlardan bir ricam var; ellerinde hâlâ
telefon rehberleri duruyorsa bana bir fotokopisini göndersinler. Çok makbule
geçer. Merkez’den emekli olanlar ise sakladıkları haber bültenleri, telefon
rehberi vb. gibi şeylerden beni haberdâr ederlerse sevinirim.
Halit Edip Özcan
Ankara-Merty Enerji, Temmuz-2010
Gsm: 0533 440 95 15
Akpınar Mahallesi, Ahmet Yesevi Sokak, 18/12 - Dikmen-Ankara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder