10 Ekim 2017 Salı

"Yakılacak ve Çöpe Atılacak Sayfalar", Halit Edip ÖZCAN

Yakılacak ve Çöpe Atılacak Sayfalar
Bu ilavede yazılanlar, bazılarını rahatsız edebilir. Onun için okumadan direkt çöpe atabilirsiniz.
Bana göre, bu kitap  ‘ilk’ ler ve ‘iyi’ler üzerine inşaa edilmiş, bir ‘pembe kitap’ gibi. Yaşan- mış ve iz bırakmış kötü anılar, beynimizin ‘kara deliklerinde’ duruyor.
İçime ‘yara gibi işleyen’ unutamadığım bazı anekdotları sizlerle paylaşmak istiyorum. Bunları sizlerle paylaşmasaydım, içim içimi yerdi. Kusura bakmasınlar, ister kıskançlık desinler, ister ne derlerse desinler, hepsinde de haklılar, ama aşağıdakiler, benim zamanımda   yaşanmıştır.
-Bir gecede en alt seviyeden (Düz....) genel müdür muavinliğine terfi edenler,
-Yapılan yolsuzluk dosyalarını (4 adet), ‘benim adamım’ “ Bu da benim kamburum olsun.” diyerek saklayan, ört basan eden genel müdürler,
-Disiplin Kurulu Başkanı olarak, ‘ilk dosya onun, tazminatını yakacaklar’ deyip Kurul’u altı ay boyunca toplamayan ve hakkında dosya bulunan kişinin kurul toplantısından bir gün önce, dosyaya konulan şerh’e rağmen- emekli olmasına göz yuman genel müdür muavinleri ve buna çanak tutan personelciler,
-“Ulan, beni tanımadın mı? Niye ayağa kalkmadın” diyen ve şirkete hiç yakışmayan ‘tombalacı’ genel müdürler,
- ‘Business Class’da yer yok, ben ekonomi uçmam’ deyip, 2 gece daha, en lüks otellerde ( 500    dolar/gün) kalan, doğuştan ucuz otellerde kalamayacak kadar aristokrat (!) genel müdürler,
-Ortada fol-yumurta yok iken  yüzbinlerce doları bir şirkete avans olarak ödedip, ‘daha sonra  bunu kiradan düşeriz.’  diyen ve yaptığı yanına kâr kalan, Fiat BIS ile gelip Mercedes’e sahip olan  genel müdür muavinleri,
-Bağlı kuruluşlarda ne kadar yönetim kurulu üyeliği varsa,   kendilerini bu üyeliklere atayan genel müdürler ve muavinleri,
-Bir teneke peynire, bir miktar havyara-ançuveze ‘hatır’ satan üst düzey yöneticiler,
-Makam erk’i ve uzantısı ile bir yılda evlere, arabalara ve lüks yaşama kavuşan grup başkanları ve Bölge’lerde görev yapan müdürler, yok muydu?

-Şirkete giriş tarihimizden, emekli oluncaya kadar veya ayrılış tarihine kadar veya bugüne kadar bütün işlerimiz düz mü gitti? Herşey mükemmel miydi? Herkesi sevdik mi? Hiç bizi üzen olmadı mı? Arkadaşlarımız kayrılmadı mı? Tayin ve terfilerde hep ‘adeletli’ mi davranıldı? O bakanın gelini, o askerin kızı, o adamın adamı, her devrin adamı olanlar, bizlerden farklı olmadılar mı? Babasının mevkii ile nedeniyle, şirkette  iki günlük ‘taze’ iken, ‘özel’ müdür olanlar yokmu idi? Kızak olarak kabul edilen İNGE’de iken, 2 yıl boyunca şirkete hiç gelmeyip maaşını tıkır-tıkır alan, bu yetmezmiş gibi, bir de kızakta iken terfi edenler olmadı mı? Yöneticiler bunlara yol verip, desteklemediler mi? Onlar bu şirketin ‘sefasını’ sürmediler mi? Halâ da sürenler yok mu?  Bunların bizlerden farkı neydi, şu an  nedir ?

-Bir zamanların en hızlı komünisti çifti olan  ( Şöyle derlerdi: “ Kemalizm, Atatürk neymiş? Artık enternasyonalizm var. Senden solcu olmaz.”  deyip  kendi  İGD’likleriyle övünürlerdi”) bir karı-koca’nın bir günde militarist olduğu ve bu sayede şirkette makbul (!) hale gelmeleri ve terfi etmeleri gibi bir şey olmadı mı? “Yıllardır demokrat-demokrasi terenelerini ağzından düşürmeyen kadının, erk sahibi olunca, kendine bağlı bir üniteyi ve  kıdemli- onun da eski arkadaşı olmasına rağmen- personelini darmadağın etmedi mi? Terfi eden kadın, terfi eden kocasının Ankara dışı  “kebap-saltanat” toplantılarında sürekli boy göstermedi mi? Terfi eden demokrat (!) kadın,  alt kadrosundaki gencecik insanların onurlarıyla oynamadı mı, onları aşağılamadı mı? Aynı kadın (lar), neye hizmet, ancak kendileri bilir, Lokali ve İstanbul Satınalma’nın kapatılması için ellerinden geleni yapmadılar mı?  Eğer başarılı olsalardı, bugün ne Lokal ne de İstanbul İrtibat vardı. Bunlar yaşanmadı mı? Şimdi bunları unutacakmıyız?

-“Evet, dışa açılmakta geç kaldık. Çok muhafazakâr davrandık.” diyerek günah çıkaran genel müdürler olmadı mı?
-Bu şirkete kırktan fazla akraba, hemşerisini sokan olmadı mı?
-Kleptoman, binbir ünite değiştiren, kadınlar tuvaletine girip-çıkan,  sabah ve akşamın tenha saatlerinde odaları dolaşıp, sağı solu karıştıran ve bunları yaparken kamera kayıtlarına giren ahlâksız- ruhi dengesi bozuk, gittiği her yerde anormal davranışları ile dikkat çeken kişi, mevki sahibi olmadı mı? Bunlar yalan mı?
“Ev aldım, taksitlerim var, beni yurtdışına gönderin” diyenler ve bunlara okey vererek “işin cılkını çıkaran” grup başkanları olmadı mı?
Taze bir jeolog iken, kuyuda barakaya giren bir abisi için ayağa kalkmadı diye yıllarca o abinin gazabına uğrayanlar olmadı mı? 
Daha fazla seyahât ile daha fazla dolar kazanayım diye, “ ülke değerlendirme” raporlarını uzattıkça uzatan arkadaşlarımız yok muydu?  Hâlen yok mu?
Bir ekip bile yönetmemiş, para-pul yönetimi yapmamış,  o ülke senin, bu ülke benim diye gezen  ve bir tane rapor hazırlamamış kişiler, sadece dil biliyor diye genel müdür olarak atanıp, o şirketin “prematüre” doğup,  “spastik” olarak yaşamasına neden olanlar, hiç mi olmadı?

Her türlü  ev-tüketim-arsa alım satım kooperatifleri kurup, bizleri o kanallar ile yıllarca dolandıranlar olmadı mı? Bu çok kurnazlar (!), üst yönetime hep-daim yakın durmuyorlar  mıydı? Peko şeçimlerini kaybettiklerinde, bizler kominist (!), onlar “milliyetçi” olmadılar mı? Hırsızların, dolandırıcıların birer “ milliyetçi (!)” olarak kolayca terfi ettikleri,  komünist (!) ve Kürt olanların ise yıllarca terfi edemedikleri olmadı mı? Bunlar yaşanmadı mı, yaşanmıyor mu, ileride de yaşanmayacak mı?

Aramızda “Kominist Avcısı”(!) arkadaşımız yok muydu?  Her üst yönetim değiştiğinde şirketteki koministleri birer liste yaparak veren ‘aramacı’ arkadaşımız olmadı mı? Hâlâ yok mu? Bu komünist’leri (!) nasıl tesbit ediyorlardı, hala merâkımdadır. Herhalde Aziz Nesin’in “ Komünistleri Tanıyan Köpek” adlı öyküsünü defalarca okuyarak ondan feyz alarak yapıyorlardı.
TPIC Mısır Branch Ofisin kapatılma gerekçesi olarak bizzat bana “ Gelen-gidenden sıkılmıştık. Her geleni havaalanından al, işi-güçü bırak onu-onları sahaya getir, gezdir, yedir-içir, gönder ” den  bıkmıştık derken birileri bana, yalan mı  söylüyordu?
Libya’da petrol keşfi yapılınca (2010): “ Eyvah. Şimdi de Libya  işi ortaya çıktı. Artık gelenin-gidenin, yemenin-içmenin  hesabı olmaz. Yandık.” diyenler başka şirkette mi çalışıyorlar?
“Bana yeni keşif getirmeyin, geliştirecek- biraz da haklı olarak- elemanım yok.”  cümlesini bir kere değil, müteaddit defalar söyleyen, ilgili  grup başkanları olmadı mı?
Kişilere özel, grup başkanlıkları kurulup, kısa bir süre sonra lağv edilmedi mi? Bu tür yap-boz’ların hesabı soruldu mu?
Yaptığı  çookk özel anlaşmalarla Irak’tan aldığı petrolü, TPAO’nun Dörtyol dolum tesislerine ve tanklarına özel amaçları için depolayan “Allah’tan ve Kul Hakkın’dan korkar!” eski genel müdürler olmadı mı. Bu milyon dolarlık  göz yummaya izin veren Genel Müdürler  başka şirketin genel müdürleri miydi? Bunları yaparken namus ve şeref için mi yapmışlardı?
Yukarıda yazılanları sadece aysbergin üst kısmı olarak görürsek ( altı kimbilir nasıldır?), buna bağlı olarak, kısacası bizim de diğer devlet kurumlarından pek farkımız olmadığını söyleyebiliriz. 

Devletin bize bakışı “Sana Emanet Ediyorum”
Bir Bakanlığın müsteşarı amansız hastalığa yakalanmış, hastahanede son günlerini saymaktadır. Başbakan Süleyman Demirel, ziyaretine gider. Demirel hasta ziyaretinden ayrılırken “ Bir arzun var mı?” diye sorar. Hasta ona şöyle der: “ Kardeşimi sana emanet ediyorum.”

Emanet edilen kardeş, ABD’de tahsil görmektedir. Burslu okuduğu ABD’den TPAO’ya döner. Amerikan tarzı, yelekli takım elbisesi ve Texas ayakkabıları ile iş başı yapan emanet kardeş, gelir gelmez mevki ve makam peşinde olduğunu hemen belli ettirir. Grup ne yapacağını bilememektedir. Emanet kardeş, illaki makamlı bir yer istemekte, Ankara’da olmaz ise Batman’da bir makam istemektedir.  Bütün kurallar, örf, adet , gelenek, töre bir yana, onun isteği bir yanadır. Sonunda istediği olur, Batman Bölge Müdürlüğü’ne- kısa bir süre için- Muavin olarak atanır, kısa bir süre sonra da Bölge Müdürü olur.

Daha sonra aynı Emanet Kardeş, yine Demirel hükümeti zamanında, ülkenin en büyük ve köklü bir müessesinin başına getirilir ve orada 7 yıl kalır. 7 yıl sonunda o müessese çok şey kaybetmiştir. Mesela bir kimya teknisyeni torpil yaparak, onun sayesinde kimya mühendislerinin önüne geçerek Laboratuar Şefi olmuştur ve bir teknisyen olarak kimya mühendislerini, yönetmiş, akıl vermiş ve yönlendirmiştir !.

Daha sonra aynı emanet kardeş TPAO’ya genel müdür olmuştur. Onun TPAO yaptıklarını, bizzat sizler-bizler  yaşadık.

Bir Duayene Mektup
Sevgili Ve Muhterem Büyüğüm, Sayın Süleyman Demirel,
Sizler 1950’lerden itibaren devlet yönetiminde idiniz. Sizin devlet düzenini çok iyi bildiğiniz söylenir. Hep merâkımdadır; niye bize hep çok yaşlı Yönetim Kurulu üyeleri atadınız? Böyle davranmanızın sebebi bizim yaptığımız işi hafif görmenizden mi kaynaklandı?

Zıp-zıp atama talepleri için acaba şöyle diyemezmiydiniz ?
a-“ Evladım. Tamam sen bana emanetsin, ama devlette öyle pırt diye yükselme olmaz. Sen git şimdi, çalış. Adet olan düzeni, nizamı, senin yüzünden, bozmayalım. Zamanı gelince seni değerlendiririm.”

b-“Sevgili Müdürüm. Tamam,  uzun bir bekleme ve hasretten sonra, hükümet olduk. Olduk ama, devlet işinde öyle hatır-gönül işi olmaz. İş layık’ına verilir, yoksa sistem çöker. Sistem çökünce de, bir süre sonra şirket çöker, devlet çöker. Senin kardeşini de, genel müdür muavini yapmayalım da, kendi ünitesinde bir-iki kademe yükseltelim, ondan öyle faydalanalım” diyemez miydiniz?


Başka bir konuda, bir cemiyeti-derneği-odayı temsilen bir görüşme yapmak üzere giden başkan arkadaşımıza şöyle yakınır; “ Petrolün-işin-ticaretin, komünisti falan olmaz. Sizin genel müdürünüze ne kadar “ Şuraya bir gidin, insanlarla bir görüşün, belki bir işbirliği çıkabilir.”  desem de  bir türlü ikna edemedim. Bu genel müdür bir koministen (!) , daha beter bir kominist (!), ne kadar yeniliğe kapalı, ne kadar tutucu bir adam. Ne kadar Amerikancı bir zihniyete sahip.”
Devlet Bakanı Mehmet Keçeciler

TPAO, “ Altın Çağını” günlük 80.000 üretim rekoru ile devlet bakanlığına bağlı iken yaşamıştı. Devlet bakanı TPAO’yu sıkı sıkı takip eder,  TPAO’nun iç dinamiklerini rahat bırakır ve onlara güvenirdi.

“ Ben bakan değil miyim? Sen bana bağlı değil misin? Sana emrediyorum. Orada bir kuyu açacaksınız. Madem her açtığınız kuyudan petrol çıkmıyor. Bir de benim hatırıma bir boş kuyu açsanız ne olur? Yörenin siyasetçileri beni yedi bitirdi, bir kuyu açın diye.”  Bu sözler, ETK Bakanının, TPAO Arama Grup Başkanına söylediği sözlerdir. Arama Grup Başkanı  “ Efendim, petrol aramacılığında bir günde petrol kuyusu açalım kararı verilemez. Ben talimatınızı anladım. Hemen oraya jeolog arkadaşlarımı  saha çalışmaları için göndereceğim. Akabinde en kısa süre içinde sismik çalışma proğramı  yapıp,  sismik değerlendirmeyi yaptıktan sonra  burada en kısa zamanda bir kuyu açacağız.” demesi üzerine yukarıdaki sözleri sarfetmiştir.  Ancak bakan ikna olmamış, aldığı cevaptan rahatsız olmuştur. Sayın bakan şunu bilmeliydi ki, bu fakir ülkede ( zengin de olsa farketmez) “Hatır’a binaen 2 milyon dolar harcanarak boş kuyu açılmaz.”

Burada iki önemli nokta göz önünde bulundurulmalıdır; 1- Yerel siyasetçinin petrol gibi bilmediği bir konuda gereksiz ısrarı ve bakanın da  “uzmanın işini uzmana bırakalım” dememesi, 2- Hesabı-kitabı yapılmadan Bakan’ın 2 milyon dolar gibi bir parayı ağzından  çıkan tek kelimeyle harcattırıyor olması ve son derece teknik ve önemli bir şirketin, basit bir kasaba politikacısına ezdirilmesi.

Başarıyı hepimiz istemiyor muyuz? Öyle ise; politikacı TPAO’yu niye rahat bırakmıyor? Niye herşeyine müdahale ediyor, yöneticilerini  ürkek yapıyor, liyâkat, kıdem ve tecrübe esasına bakmazsızın  yönetim ve alt  kadro atamalarını yapıyor?

Türkiye’nin  güzide ve en stratejik öneme haiz kuruluşu olan TPAO kendisine verilen son derece teknik  ve zor görevlerin üstesinden rahatlıkla gelebilecek güçte ve tarihsel yapıdadır. Yeter ki onu rahat bıraksınlar, kendi yağında kavrulsun.

Bu ülkenin petrol varlığını ulusal kuruluş TPAO ispat edecektir.
Şirkette çalışıyorsunuz. Erdemli bir kişilik ile görevinizi yapıyorsunuz, hem de iyi yapıyorsunuz ve aldığınız parayı hak ediyorsunuz. Yıllar geçiyor, doğal olarak terfi etmek, ve o güne yaptığınız işlerin sorumluluğunu almak istiyorsunuz. Eğer başınızda dirayetli bir amir varsa, sorun yok.

Diğer taraftan siz günlerinizi mesainize adamış olarak geçirirken, bazıları, sizin adanmış mesai saatlerinizde, o torpil peşinde koşuyor olacaktır.  Torpil “ Sen adam gibi adam olsan, adam gibi çalışsan, bana torpil için gelmezdin. Karşımda böyle yalaka yalaka, mahçup çocuk tavrı ile gelip burada ağlamazdın. Eğer sen iyi ve yeterli bir adam olsaydın, şirketin seni takdir eder, ona göre terfi ettirirdi” diyeceğine, kulislere başlar.

Torpiliniz yoksa, kaderinize küsmeniz gerekir. O zaman sizin yapacağınız iş, başkalarını karalayarak, başkalarının yaptıklarını eleştirerek, en yakın amirden, en üst düzey amire kadar olan yöneticilere hoş görünmeniz, onlara yalakalık yapmanız gerekecektir. Hediye ve başka şeyler ile de karşı tarafı “gebe” bırakabilirsiniz.

Hep böyle mi oluyor? Hayır, dirayetli ve onurlu yöneticiler var elbette, ama, bilhassa son yıllarda, sayıları çok az. Ne dersek diyelim, şirketimiz bu konuda, diğer devlet kurumları ile karşılaştırıldığında, yine de ciddiyetini biraz da olsun koruyor.
  
“Şirketine bu kadar sahip çıkan insanları, daha önce hiç görmemiştim. Her biri, şirket sanki kendi şirketiymiş gibi davranıyor”  Bu veya buna yakın bir cümleyi dışarıdan atanarak gelmiş bir genel müdürümüz söylemiş.  Bunu ne oldu da söyledi, bilmiyorum. Ancak haksız sayılmaz.

Buna örnek olarak kendimi gösterebilirim. Ben uzun zamandır TPAO şövenizmi ile yanan birisiyim. Belki kişiliğim gereği bu biraz abartılı da olabilir. TPAO’ya en ufak bir zarar gelsin istemem,  onunla gurur duyarım, baştan aşagıya, bütün yönleri ile mükemmel olsun isterim. Şunu söyleyebilirim; duvarlara asılan ilan ve duyuruların gelişigüzel bantlanması, herhangi bir yerdeki pislik, dağınıklık, bazı çalışanların avami kılık kıyafetleri, tipsizlerin tipleri ve alışılagelen TPAO standartının altında olan her şey beni rahatsız ederdi. İsterdim ki; TPAO’da çalışanların tümü çağdaş, giyimini-kuşamını bilen, ülke standartının üstünde nezih, aydın, yakışıklı erkeklerden ve  güzel kadın ve kızlardan oluşsun. Şirkete girdiğim ilk zamanlarda şirket böyleydi. Yeni personel girdikçe, personel sayısı arttıkça doğaldır ki; ülke gidişatına paralel olarak, TPAO’nın  temiz olan  denizinde çöpler çoğaldı ve kirlilik başladı. Siyasi bir militan olarak tanınan bir yönetici,( ki; sahada çalışmamış, bağlı olduğu partiye hizmet için devamlı kulis-siyaset yaparak yıllarını geçirmişti ) toplu personel alımında,  çoğunluğu kendi tandansına uygun kişileri işe almıştı. Şirket yeni bir yapılanmaya girince, bu işe alınanlar  diğer gruplara dağıtılmışlardı.

Müdafaa Caddesindeki  binamızın 10.katı yemekhane idi. Yemek zamanı, yemek kuyruğu oluşurdu. Alışageldiğimiz bu yemek kuyruğunda birden kılık-kıyafet ve tavırları ile değişik tipler peydahlandı. Bunlar kar yığını içindeki kömür karası gibi çok açıkça kendilerini belli ediyorlardı. Onlar bu dağıtılan yerden, sağa-sola dağıtılanlardı.( Şimdi bana kızacaklar, insanlar arasında ayırım yapıyor, diyecekler. Onlar bu ülkenin çocuğu değil mi? diyecekler.) “İnsanlar arasında ayırım yapılmaz, herkes eşittir, hata etmişsin, insanları aşağılıyorsun” diyenlere şunu hatırlatıyorum. Temmuz-2010 ayındayız. Açın herhangi bir gazeteyi, manşetlere bakın; ‘insanlar arasında ayırım yapılmayan, herkesin  eşit olduğu, insanların aşağılanmadığı’ bu ülkede kim kimi öldürmüş, niye öldürmüş, kim niye yalan söylemiş, kim kimi beğenmiyormuş’ larla ilgili tonlarca haber görürsünüz. Bu haberler şunu vurguluyor: ‘bu  ülkede herkes aynı düzeyde değildir ve eşit te değildir.Ve bu ülke benim yaşamım boyunca (1951-.2010) hiç bir zaman vatandaşına karşı “eşit” olmamıştır. Onun için içinizden ettiğiniz küfürün bir anlamı yok. Böyle düşünen var ise, o da kendi sahip olduğu aşağılık kompleksinden kaynaklanıyor demektir. Şirkette ilk “sulanma ve krat’tan değer kaybı” işte o zaman başladı.

“Kendi şirketiymiş gibi davranıyorlar.”  Evet doğrudur. Bir fotokopi memuru,  sevmediği bir kişinin veya grubun fotokopisini, kendi şirketiymiş gibi davranarak, çekmeyebilir. Bir grup bir diğer grubun yazısına, işine gelmiyorsa, kendi şirketiymiş gibi davranarak, cevap vermeyebilir. Bir yetkili, kendi şirketiymiş gibi davranarak, bu adamı bizim koridorda-katta görmek istemiyorum, diyebilir. Bir grup, diğer grubun projesine, kendi şirketiymiş gibi davranarak, köstek olabilir. Bir yetkili, kendi şirketiymiş gibi davranarak, “Şu gruptan şöyle, şöyle bir şey gelirse, sakın yapmayın” diyebilir. Yönetici, kendi şirketiymiş gibi davranarak, sevdiği hırsız-arsız-dolandırıcı-kleptoman olan kişilerin ceza almasına engel olabilir. Sadece kıdemli olduğundan ötürü yönetici olmuş, teknik kapasitesi-bilgisi-geçmişi tartışılır bir yerbilimci, kendi şirketiymiş gibi davranarak,  belki de çok kârlı olabilecek bir projeyi,  çeşitli özel nedenlerinden ötürü ( kıskançlık vb. gibi sebeplerden ötürü), baştan kabul etmeyebilir. Eski ancak, hem beynini hem de mesleğini güncelleştirmemiş yerbilimci abi-yönetici, kendisinden daha cevval-bilgili-çağdaş yerbilimcinin bütün projelerini, kıskançlığından ötürü, kendi şirketiymiş gibi davranarak, hiç bir zaman kabul etmeyebilir. Verdiği 10 kuyu da boş çıkan kişi, daha sonra yöneticilerce,  kendi şirketleriymiş gibi davranarak, terfi ettirebilir, yönetici yapılabilir.

Kim kimden hesap soracaktır.  Bu gibi örnekleri çoğaltmak mümkün. Devlette kimse kimseden hesap sormadığı için, “bu yapılanlar, yapanın yanına kâr kalır”, ancak devlet ve şirket zarar görür ki; bu kimin umrunda olacaktır? Herhalde Yunanlıların umurunda olacaktır. Onlar  devleti, bir zamanlar benim gördüğüm gibi, bitmez tükenmez bir umman olarak görürler ve  kötü zihniyet sahibinde “bir şey olmaz, yapanın yanına kâr kalır” düşüncesi ağır basar. Özel sektörde ise – ki şimdi anlıyorum ve net görüyorum- bu ve bu tür işlerin esamesi bile görülmez, konu dahi olmaz. Özel sektörde ehil olmayan kişiler çalışamaz.

1998 veya 1999 yılında tesadüfen tanıştığım ve ODTÜ’de okuyan Tayland’lı bir talebe, Tayland Kraliyet Ailesi hakkında konuşulurken şöyle bir cümle sarfetmişti: “ Görevi suistimal veya devlet olanaklarını özel yaşamına aktarma söz konusu ise, bizim 1 kralımız var. Tüm akrabası (Kraliyet Ailesi)13-14 kişi civarında.  Ama sizde (Türkiye’de) her bakan, her genel müdür bir kral gibi davranır, devletin olanaklarını istediği şekilde, istediği yerde, istediği kişiye kullanabilir. Kimse de hesap sormaz.” deyip, bizim ona karşı  kinayeli sohbetimizde “ağzımızı kapatmıştı.”

Yukarıda yazılanlar sadece TPAO’ya ait olan özellikler değildir, ülkemizdeki kamu kurumlarının tümüne yakınının daha da kötü bir halde olduğu yazılmakta, çizilmektedir. Ancak TPAO diğerlerine benzemez, vefalıdır, çalışanını kollar. Onları ıvır-zıvır şeylerle üzmez. Kırtasiye ve diğer imkânlarda geniştir. Harcırah ve konaklama konularında 1. sınıf hizmet almamızı sağlar. Bazı kalemlerde “paraya acımaz”. Olması gereken de budur. Ama çalışlanla-çalışmayanı da ayırmaz, hepsini bir kefeye koyar. TPAO bir petrol şirketidir. Dünyanın en fakir ülkesinin petrol şirketi bile, harcamalarında, ülkenin diğer kurumlarından TPAO gibi,  farklıdır.

Bir kerre ismi güzeldir: “ Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı”. Yaptığı iş çok stratejiktir, ülkenin göz bebeğidir. Her ne kadar ‘personel sayısı fazla’ diye söylense bile, devletin bir asli görevi de “ vatandaşına iş bulmak değil midir?. Onlara yaşam garantisi vermek deği midir?”  Öyle ise, kimse bize kızamaz. 20 yıldır boş oturan bir yerbilimci varsa, bu onun kabahati midir? Yoksa onu bir kenara atan yönetimin kabahati midir?

Prof. Dr. Yücel Yılmaz’ın seneler önce söylemiş olduğu bir cümleyi hatırlamakta fayda var:
“ TPAO bir okuldur. Yıkılırsa ( siyasetin son derece etkili olmasına atıfta bulunarak) bir daha onun gibisi kurulamaz.”  Jeoloji, jeofizik, petrol mühendisliği başta olmak üzere TPAO, bu mesleklerin bir “mürşit”i (yol gösteren) gibidir. Yerbilimcilere ve petrolcülere, petrol aramacılığı, sondajı ve üretimi konusunda staj-proje  imkânı sağlar, üniversitelere proje verir, vb. bir çok pozitif oluşumlara imza atar.

Şirketimizin teknik insanlar tarafından yöneltilmesi ve  bu teknik adamların da sosyal boyutta zayıf olmaları nedeniyle, şirketimiz, benim gözlemim ile 1999 yılından bu yana, sosyal ve beşeri boyutta, eski ile karşılaştırıldığında oldukça zayıflamış görülmektedir. İnsanların birbirleriyle kaynaşması  amacı ile arada bir yapılan,  “Hamam Toplantıları” ( ki: benim tabirim değil, TPAO’luların tabiri.) dışında ortada bir şey var mı? Şöyle diyorlar: “ Aynı düşüncenin adamları, ailece bir araya geliyorlar, ailece kendi kendilerini eğlendiriyorlar. Ben artık bu toplantılara katılmıyorum.”

Emekliler dert yanıyor ve soruyor: “Hani nerede 10 Aralık kutlamaları?  Hani her emekliye gönderilen bültenler? Hani yeni yeni organizasyonlar? Kaplıcalara yılda ne kadar para ödeniyor ise o paranın yarısı ile 10 Aralık kutlamalarında emeklilere bir çay ve kuru pasta ikram edilemez mi?”

Orson Wells ne demiş “ I know, how’s to be young. But you don’t know how is to be old”
Türkçesi; “Ben gençliğin ( gençlik; burada halen çalışan anlamında kullanılmaktadır) ne olduğunu biliyorum, ama sen yaşlılık nedir ( burada yaşlılık emeklilik için kullanılmıştır) bilemezsin.”
Eh!. “Keser döner, sap döner bir gün gelir, devran döner.” Atalarımız ne güzel söylemişler

“Efendim, Bakanlık ve Hükümet yasakladı. Tasarruf tedbirleri var. Na’palım?”  Emeklilerin 10 Aralık kutlamalarına katılmalarının maliyeti taş çatlasa 3-4 bin ytl civarında olur. Bu para bulunamaz mı? İstense 10 katı bulunur. Başka fasıllara, nasıl bulunduysa öyle bulunur. En azından TPIC kanalıyla bulunur. TPIC, petrol sektörü ile hiç alâkası ollmayan bazı magazin dergilerine bile ilanlar vermektedir. Ben emeklilerin tercümanıyım,  TPAO yönetiminin, bu konuda hiç bir gayret göstermediğini söyleyen emekliler, yönetimi  çok eleştirmektedirler (2010), haberiniz olsun. “Bu çeşme ne güzel çeşme, su içecek tası yok, Kırma insan kalbini yapacak ustası yok.”

“TPAO, Askeriye gibidir( bence gibiydi). Nasıl askeriyede terfiler belli bir disiplin içinde yapılır, TPAO’da da öyledir (öyleydi).
Bir üsteğmeni, “ bu benim hısımım, bizim gruptan, bizim partiden, benim  sevdiğim adam”, mentalitesi ile bir gecede General yapabilir miyiz? General yapsak bile ast kadro, bunu nasıl kabullenir? Hem o general ile savaşa gitsek, savaşı kazanabilir miyiz?”   Bu sözler yaşlı bir büyüğümüze ait.

Yapay ve Mecburi Alçakgönüllülük’ten...
Grup Başkanlığına, Genel Müdür Muavinliğine veya Genel Müdürlüğe terfi edildikten sonra, tebrik ve kutlamaların devam ettiği ilk 3 ay boyunca: “ Arkadaşlar, hepinize teşekkür ederim. Hasbelkâder ( yani torpilsiz) bu göreve geldik. ( Bu yalanı niye söylerler, bilemiyorum? Ama kimse inanmaz. Halbuki olayın perde arkasında ne kadar telefon görüşmesi, ne kadar araya adam sokmalar, ne kadar hatır-eğilme –bükülme olayı vardır,  herkezce bilinir.) Hep beraber çalışacağız. Sizin fikir ve düşünceleriniz benim için çok değerlidir. Biz bu görevi hep beraber, elbirliği ile götüreceğiz. Her zaman fikirlerinize ihtiyacım olacak, beklerim, her zaman kapım sizlere açık. Bana özel-tüzel her türlü sorununuzda, hatta sohbet için dahi gelebilirsiniz.”  Bu sözler haketmeden, ‘torpil’ diye önündekileri aşarak, haketmediği makama gelmiş kişilere ait olabilir. Bu sözlerin altında şu yatabilir: “ Bildiğiniz gibi, ben bu makama geldim.Bir çoğunuzdan hem mesleki, hem idari açıdan zayıfım. Sizinle herşeyi paylaşarak, bu işi götüreceğim. Onun için ben her ne kadar makam-mevki sahibi olduysam da, işte gördüğünüz gibi sizin seviyenizde olacağım ve öyle kalacağım( güya alçak gönüllü davranıyor.).

.... Ve Bir “ Vay be Ben Neymişim de Haberim Yokmuş”a..
Grup Başkanlığına, Genel Müdür Muavinliğine veya Genel Müdürlüğe terfi edildikten sonra, tebrik ve kutlamalar bittikten sonraki 4. veya 5. ayda aynı kişi “ Yok de, toplantıda olduğumu söyle.” “ Bana akıl mı veriyorsun?” “ Bu da zırt-pırt geliyor, sanki benim başka bir işim yok.”“Bu yanlış, benim dediğim olacak.” “ (Dalkavuklar sayesinde) Vay be ben neymişim?”  “Ben bilirim, ben ederim...... ) vb.gibi. Bu tipler  6. aydan itibaren, yalakalar ve omurgasızlar sayesinde, öyle bir havaya girerler ki, sanki onlardan önce bu makamda kimse yokmuş ta, sanki o gelene kadar hiç bir şey yapılmamış ta, herşey o geldikten sonra yapılmış gibi davranırlar. Ömür boyu o makamda kalacaklarını sanırlar.
Arkadaşlarınızı çok seviyorsunuz değil mi? Onlara güveniyorsunuz, onlar sizin dostunuz değil mi? Tamam şu an öyle düşünüyorsunuz, kabûl. Başarılı bir iş yaparak, göz önüne çıkın. Hele bir terfi edin de, o zaman görün bakalım; kim gerçek arkadaşmış, kim değilmiş? Bilhassa,  çok kalabalık ve önde gelen gelen bir teknik grup içinde böyle bir şey olsun, mazallah,  günlerce dedikodunuz yapılır. Bu gruptaki birbirini çekememezlik o kadar büyüktür ki; kimse kimseyi beğenmez. Kime, birisini sorsanız, dudak büker, “yaramaz adam” der. Birisine,  kimi sorsanız o da onun için “yaramaz adam” der. Bu ne yazık ki böyle ve ileride düzelecek gibi de görünmüyor. Bu grupta ne kadar teknik kapasitesiniz yüksek olursa olsun, ne kadar iyi yorumcu olursanız olun, başka ne tür üstün özellikleriniz olursa olsun, hâl ve durumunuz, yönetici abinizin bir lafına bakar. Genel anlamda yöneticiler, kendinden daha cevval ve işi daha iyi bilen alt kademeyi sevmez. Onlardan rahatsız olurlar. Onlara göre; en iyi yönetici  sadece mevcut durumu kollamasını bilen, yeni projelere kapalı 
(açık olsa Yönetim ile birinde olmasa bile,  diğerinde ters düşebilir), ‘yap’ deyince yapan yöneticilerdir.

Dr. Ahmet Fidan, 
29 Nisan, Satır Başı  köşesinde şöyle ifade ediyor:
İş dünyasında dikey olarak ilerlemek için öncelikler.
1. Hazımlı olacaksınız.
2. Yanlışları görmeyeceksiniz, gördüğünüzde kolay kolay bunları dile getirmeyeceksiniz. Getirseniz bile en uygun zamanda ve üstünüzü daha iyi bir noktaya taşımak için bu öneriyi getirdiğininizi söyleyeceksiniz. Yani sizin önerinizle üstünüz ya prim yapmalı, ya da terfi etmeli.
3. Personelin tembelliği veya vurdumduymazlığına karşı olabildiğince yapıcı olmalısınız. Zira her bir personelle geçimsizliğiniz veya onları çalışmaya zorlamanız sizin o kadar uyumsuz ve sorun çıkaran kişi olarak sizi tescilleyecektir.
4. Üstünüzü her gün görmeye, günaydın ve iyi akşamlar dileğini eksiksiz olarak söylemeye gayret etmelisiniz.
5. Masanızın üstünün bomboş görülmemesi zorunludur. Boş masa üstü, işin bitip düzene konulduğu değil zamanınızın boş olduğunu gösterir.
6. En hayati konu da, üstünüzü onun da üstleri veya arkadaşları, misafirleri eşi ve yakınları yanında yağcılık şeklinde anlaşılmayacak derecede çok Hafif ama etkili ve akılcı cümleler kurmanızdır. Üstünüzün üstünün yanında onu çok başarılı olarak takdim etmeniz ve ekip olduğunuzu hissettirmeniz sizin kariyet patikalarınızda sonraki terfi kademelerinizde de son derece kolaylıklar sağlayacaktır.
7. Öğle arası veya yemek aralarında yemeklerde elinizden geldiğince yemekte üstünüzle aynı anda çıkmaya çalışmalısınız. Bu sürekli göze görünmenin derecesi iyi ayarlanmalı, çünkü sürekli göze görünürseniz yine bu adamın işi gücü yok izlenimi verir. Ancak genel ilke her zaman aynıdır. Gözden uzak olan gönülden de uzak olur.
8. Her hafta sonu olmasa da ayda bir veya iki kez bir hafta sonunu üstünüzle geçirmek için gayret sarfetmelisiniz.
9. Mesai dışındaki zamanlarınızı üstünüzle ve iş konusunda bazı sorunlara çözüm bulmak için harcamakta cömert ve sabırlı olmalısınız.
10. Kendinizi her zaman önemseyin ama öneminiz uyumsuzluk ve ukalalık olarak görülmemeli. 
EN ÖNEMLİSİ DE ÜSTÜNÜZ SİZİ TEHDİT OLARAK GÖRMEMELİDİR.

Nokta...nokta...
-İlk kurulduğumuzda personel sayısının az oluşu, bize özel ücret skalası uygulanışı ile ücret yönünden en güzel günler 1955-1972 arası, en kötü günlerin ise 1978-1981 arası olduğu gözüküyor. Daha sonra 1987 yılında ülke genelinde yapılan yüksek zam bizleri 2000 li yıllara kadar götürüyor. Şu an ise(2010) eskiler için fena değil, yeni girenler için ise bir cazibe yok, normal.
-Tesis olarak sektöre en büyük katkı İhsan Topaloğlu zamanında oluyor.
-İlk dışarıdan atama Korkut Özal ile oluyor. Petrol fiyatlarının çok düşük olması  (  varili 1 dolar )  nedeniyle, Genel Müdür’ün İTÜ’ye bir yazı yazdığı veya yazı yazmaya niyetli olduğu anlatılıyor. Bu yazıda  “ bu şartlar altında petrol mühendisliği bölümünün kapatılmasının daha iyi olacağını” tavsiyesinin yer aldığı söyleniyor.
-İlk kadroda yer alan büyüklerimizden ikisi, “ ben siyasetçinin bu kadar basit isteklerini yapmam, gelin kendiniz yapın” diyerek istifa ediyorlar.
-En fazla keşif 1985-1989 arası yapılıyor. 10 da 7 oranında, hem de şariyaj hattında.
-Bir ara 27 ay süre ile hiç bir terfi olmuyor. Bu durum, daha sonra, insanları, hazırlıklıksız ve   apansız mağdur ediyor.
-Altın Çağımızı (bana göre) Devlet Bakanı Mehmet Keçeciler zamanında yaşıyoruz.
-İlk şaşırtıcı ve hayret verici terfiler 1991 yılında oluyor ve sonra önü alınamıyor.

Son Söz
Bu derlemenin yayıma hazır hale gelmesi 8 yıl sürmüştür. Bu derlemede tamamen tek başıma kaldım. Bir kaç daktilo sayfası ile bana yardımcı olan Merty çalışanı Figen Kuzuncanlı hanımefendi dışında, hiç bir kimsenin yardımını görmedim.  A4 sayfası ile 1 satır aralığı ile 180 sayfa kitabı belki 10 kere tekrar, tekrar okudum. Buna rağmen, kaçırdığım imlâ kuralları ve yanlışlık-eksiklik yüzünden  kusura bakılmasın.

Bu kitap az sayıda basıma girmiştir. Eğer tükenir, talep olur da ikinci basıma gidilirse, bu kitabın hatalarını, eksiklerini ve/veya sizin de 2.basımda yer almasını istediğiniz kendinizin, babanızın, her kim TPAO’lu ise onun fotoğraflarını veya anılarını bana gönderebilirsiniz.

Bölgelerde çalışanlardan bir ricam var; ellerinde hâlâ telefon rehberleri duruyorsa bana bir fotokopisini göndersinler. Çok makbule geçer. Merkez’den emekli olanlar ise sakladıkları haber bültenleri, telefon rehberi vb. gibi şeylerden beni haberdâr ederlerse sevinirim.

Halit Edip Özcan
Ankara-Merty Enerji, Temmuz-2010

Gsm: 0533 440 95 15
Akpınar Mahallesi, Ahmet Yesevi Sokak, 18/12 - Dikmen-Ankara

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder